Acil serviste pratisyen hekim olmak, sisler içinde kalmış karanlık bir ormanda yolunu bulmaya çalışmak gibidir. Konsültasyon telefonu açıldığında, hattın diğer ucundaki sessizliğin veya sinir bozucu homurdanmaların sizi bir anda küçülttüğünü, duvarların üstünüze geldiğini hissedersiniz. Uzmanın sesi, kimi zaman küçümseyici bir fısıltıyla, kimi zaman soğuk bir suskunlukla yanıt verir size. Bu anda mesleki gururunuzu yutan karanlık, odanın köşesinde sinsice durur. Hasta kalabalığının arasında, bir yanda ölümle yaşam arasındaki ince çizgide duran bir kalp krizi vakası, diğer yanda öksürüğüyle dünyanın sonunun geldiğini düşünen grip hastası bekler. Hasta ve yakınlarının yüzündeki sabırsızlık ve çaresizlik, çoğu zaman sakinliğinizi sınar. Kalp krizi hastasına koşarken, omzunuzdan çekiştirip size "öncelikli benim" diyen o insanın gözlerindeki gerçekliğe yabancılaşmış panik, garip bir sinirle karışık şaşkınlığı içinize düşürür.
Bu metin, en altta linki verilen konferansın ilk 20 dk sına ait transkriptin düzenlenmesi ile oluşturulmuştur. Son zamanlarda İslam aleyhine, İslam dini üzerine propaganda ve konuşmalar yapılıyor. Beni rahatsız eden bu olduğu için bunun üzerine biraz duracağım. Öncelikle tarihi süreç içerisinde İslam; Arap antropolojisi, Türk antropolojisi, Fars antropolojisi yani kültürü içinden geçerek geldi. 1400 senelik bir yaşlılık var, bir eskimişlik var, bir kirlenme var. Yani bu tabirleri rahatça kullanabiliriz. Çünkü İslam dediğimiz o öz, bu antropolojik yapıların içinden geçerek geldi. Dolayısıyla burada şöyle bir haksızlık yapılıyor; bu antropolojiler, başta Araplar olmak üzere -çünkü İslamiyet biliyorsunuz bir Arap elbisesi ve Arap etiyle doğdu- daha sonra Türkler de geldi, Türklerin kendine has bir seciyesi var bir antropolojisi var, İranlılar İslam'a girdi ve onların da kendi tarihsel bir bagajları var, daha doğrusu bu tarihsel bagaj yani kavimlerin getirmiş olduğu bu bagajlar üzerinden İslam üzerine konuşuluyor. Bunların dolayımıyla, bunların hakkı verilmeden yani neyi İslam'ın hanesine yazacağız neyi Arapların hanesine yazacağız, neyi İslam'ın hanesine yazacağız neyi Türklerin hanesine yazacağız, neyi İslam'ın hanesine Neyi İranlıların Farsların hanesine yazacağız. Bu böyle bir ayrım böyle bir hassasiyet gözetmeden dediğim gibi bu tarihsel bagaj malzeme olarak kullanılıp İslam aleyhinde alabildiğine propaganda yapılıyor Benim karşı çıktığım husus bu.
Diploma İptali İstanbul Üniversitesi, Ekrem İmamoğlu’nun 1990’daki yatay geçişinin usulsüz olduğunu belirterek diplomasını iptal etti. İmamoğlu, bu kararı hukuksuz buldu ve yargıya taşıyacağını açıkladı. Bu durum, özellikle 2028 cumhurbaşkanlığı adaylığı açısından tartışmalı bir hal aldı ( ).
"Karanlığın kaleydoskopuna bakacak kadar…" Marcel Proust’un bu sözü, Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinden fısıldar gibi çıkar; uyku ile uyanıklık arasında kaybolan anların büyüsünü taşır. Peki, nedir bu “kaleydoskop” ki, bir yazarın kaleminde böylesine şiirsel bir imgeye dönüşür? Gelin, bu küçük tüpün içindeki renkli dünyayı keşfedelim ve onun bize anlattığı hikâyeyi bir blog yazısının sıcaklığıyla yeniden şekillendirelim.
Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde serisi, edebiyatın en derin ve etkileyici yolculuklarından biridir. Bu devasa eserin son cildi Yakalanan Zaman (Le Temps retrouvé) , adeta bir senfoninin büyük finali gibi; zamanın, belleğin ve sanatın iç içe geçtiği bir şaheser. Eğer bir gün bir fincan çay kokusu sizi çocukluğunuza götürdüyse ya da eski bir şarkı unuttuğunuz bir anıyı canlandırdıysa, Proust’un dünyasına adım atmaya hazırsınız demektir. İşte Yakalanan Zaman, bu büyülü anları yakalayıp onları sonsuza dek saklamanın hikâyesini anlatıyor. Romanın kahramanı Marcel, uzun bir aradan sonra sosyeteye geri döndüğünde, zamanın ne kadar acımasız olabileceğini fark eder. Bir zamanlar hayat dolu olan dostları, sevgilileri, tanıdıkları, şimdi yaşlılık ve çöküşün gölgesinde tanınmaz hale gelmiştir. Bu sahne, hepimizin içten içe bildiği bir gerçeği yüzümüze vurur: Zaman, her şeyi alır götürür; güzellikler solar, yüzler değişir, anılar bile bulanıklaşır. Ama tam da bu noktada Proust bize bir umut ışığı sunar: Bellek ve sanat, bu yıkıma karşı koyabilen yegâne sığınaklardır.
Programlama dünyasında hızla değişen trendler arasında kalıcı olmak kolay değildir. Ancak bazı diller vardır ki ortaya çıktıkları andan itibaren sektörü derinden etkiler ve kendilerine özel bir alan oluştururlar. İşte Google'ın 2007 yılında geliştirmeye başlayıp 2009'da açık kaynak olarak yayınladığı Go (Golang) , tam olarak böyle bir dil. Peki Go'yu bu kadar özel kılan nedir ve neden öğrenmeye değer? Bu makalede, yazılım dünyasına yeni adım atan ya da farklı dillerden Go'ya geçiş yapmak isteyenler için Go'nun ne olduğunu, hangi özellikleriyle öne çıktığını ve programlama dünyasındaki benzersiz konumunu keşfedeceğiz.
2020'nin başlarıydı... Tıp fakültesinin zorlu ve yoğun temposunun tam ortasında, hayatımızı tamamen değiştirecek olan COVID-19 pandemisi Türkiye'ye yeni girmişti. Tıpta uzmanlık sınavına (TUS) hazırlanırken, dünyamızın bir anda dört duvar arasına sığdığı o günlerde, benim için yeni bir yolculuk başladı. İşte o günlerde, tıpkı bir çırak gibi, Udemy üzerinden Python ve Django kurslarıyla yazılım dünyasına adımımı attım. Başlangıçta yalnızca zihnimi meşgul edecek, beni gündelik rutinden uzaklaştıracak bir uğraş arıyordum; ancak zamanla yazılımın benim için bir tutkudan öte yaşam tarzı haline geldiğini fark ettim. Python'un ardından JavaScript ve React dünyasına daldım, derken teknolojinin hızla ilerleyen dünyasına adapte olup yazılımı doktorluğun yanında ikinci bir kariyer olarak sahiplendim.